Bozcaada'da "Kimden korkarlar?" | Bozcada’da, Ayazma Plajı’na doğru gidiyorum. Ortalık İstanbul ve İzmir plakalı araba kaynıyor. Yolu henüz yarılamıştık ki minibüs şoförü sağlı sollu evlere bakarak, “Yahu anlayamıyorum,” diyor. “Neden buraya gelir, arsa, ev alır ve çevresini çitle, duvarla kapatırlar? Neden, kimlerden korkar bu insanlar?” Öylesine içten ve samimi çıkıyor ki ağzından sözcükleri.Bozcaada’nın yerlisi, ortayaşlı bir adam. Tabii ki Ada’da yok böyle adetler, olmadığı için de kıyıda köşede kalan birkaç ‘kurtarılmış’ yerden biri hâlâ... Ama hâlâ’nın çok az zamanı kaldığı da kesin. |
Kültür sokağa ait
Mekânların açık ya da kapalı oluşu, o mekânları belirleyen insanların içinde yer aldığı toplumsal sınıf ya da kategoriler konusunda oldukça çarpıcı veriler sunabilir. Açık mekân sözcüğü tüm çağrışımlarında ‘açık’ toplumsal katmanlar içindir. Yaşamla daha yalın bağ kuran, yaşamı daha doğrudan ve tabii ki kendi elleriyle üreten insanların, söz konusu açık alış verişi sağlayabilmeleri için mekânların da açık olması, yani yüzünün hayata dönük olması gerekir. Her sokak mahallenin organik bir parçasıdır, mahalleyse yaşamın birimlerinden biridir. Buna daha sık Akdeniz’de ya da benzer dokunun görüldüğü Güney Amerika gibi bölgelerde rastlarsınız. Gerçi Akdeniz’in, hem aşırı sıcaklara karşı korunma hem de İslam etkisiyle kendi içine dönük, ve bu anlamda kapalı sayılabilen mekânları yok değildir; ancak bu kapalılık yukarıda değinilen mahalle olgusunu geçersiz kılmaz. Evin avlusu özellikle kadınlar arasında tüm mahalleye açık bir paylaşım alanıdır, küçük meydanlar her türlü hiyerarşiye meydan okurcasına bir kaynaşma, bir birleşme odağı görevi görür.
Ve asıl dikkate değer olan yanı, sokakların açıklığında insanlar resmi olanın dışında kalmayı sürdürerek kendi sivil alanlarını oluşturur. Sanat ve kültür böyle doğar. Arjantin’in tangosu, Küba’nın salsası, flamenko, rumba, Roman havaları işte böyle açık mekânların, ham ama kendiliğinden kazanılmış özgürlüğünde yaratılır. Karnavallar, aşağı tabakadan hayat emekçisi insanların, zaten kendilerinin olan sokağa dökülüp resmi ideolojiyle ‘kafa bulma’ gösterileridir aslında. Örneğin Arjantin karnavalında olduğu gibi | Açık mekânların özgür çocukları, Murgalar |
Yaşayanlar ve satın alanlar
Şimdi gelelim öteki sınıfa... ‘Ötekiler’, yani kapalı mekânların toplumsal tabakaları; onlar, birincilerin ürettiklerini tüketmek üzere kurmuşlardır yaşamlarını. Üretimin değil, tüketimin kafa yapısına göre yaşarlar.. Ancak kendileri egemen sınıf oldukları için topluma da aynı kafa yapısını empoze etmek durumundadırlar. Reklamlar, politika, televizyon dizileri gibi ideolojik araçları bu yüzden sokarlar devreye. Bu arada edebiyat da sanat da onların ayrıcalıklı edimleri haline gelir. Takı gibi, aksesuar gibi bir tamamlayıcı özelliktir onlar için. Dansı varoşlardan çıkarır, kendi kapalı salonlarında kendilerine benzetir, diğer bir deyişle, onu yaşam soluyan köklerinden koparır, yabancılaştırır, yapaylaştırırlar. Tango da salsa da böyle olmamış mıdır? Blues’u Klasik müzik konserinde dinler gibi dinlemek başka hangi zihniyetin eseri olabilir? Ya da Havana sokaklarından çıkma Buena Vista’yı bir Boğaz yalısında ağırlamak, iş merkezlerinde kravatlı ceketli Sezaria Evora konseri verdirtmek? Oysa bir çingene eğer içinden gelmiyorsa, onu izleyenlerle, çevreyle o sırada bir iç uyum kuramıyorsa kesinlikle flamenko oynamaya kalkmaz; çünkü içinde bulunduğu zamanı ve kendisini tüketmek için değil, tersine, o dansı farklı ve özel kılan değerleri, tabii bu arada da kendisini yeniden üretmek üzere ediyordur dansını. Hani şimdilerde entelektüeller arası pek bir moda olan ‘yaşamının parçası’ sözcüklerini gerçek anlamında yaşamaktadır o.
İçinden çıkılamayan yabancılaşma
Bu sınıfın birbirleri ya da birileriyle kaynaşma, sokağa bırakınız açılma, onu dikkate bile alma derdi yoktur. ‘Küçük Amerika’ hülyasını bir türlü aklından çıkaramamış, evden iş yerine, iş yerinden eve arabalarıyla gidip gelmeyi, sokağı ‘sokak insanları’na bırakmayı, göğü delen ‘gurur’ binalarıyla yerli Los Angeles’ler yaratmayı meziyet saymıştır. Ama ne var ki dünyanın en yalnız ve en mutsuz insanıyla, yani özlemini çektiği Amerikalısıyla aynı kaderi seçmiş olur kendine. İçinden çıkamadığı bir yabancılaşma olgusunun kurbanı olarak, kendi içine böylece daha da kapanmaya başlar. Korkar. Sokak, kendi dışındaki, dışarısı, korkutur onu; denetim altına alınamayan, kurumsallaşamayana, gerçek anlamda özgür olana ürkek gözlerle bakar. Dolayısıyla Bozcaada’ya geldiğinde, daha önce Bodrumlardan, Marmarislerden, Sidelerden geçmiş, orada kalıcı eserlerini zaten bırakmıştır. Ada’daki derdi adalı insan, adalı yaşam değil, orada da bir ev, orada da bir arsadır; yalnız kendisi için güneş, deniz ve eğlencedir.
Onlar Bozcaada’ya değil, Bozcaada onlara tabii olacak ve hatta belki televizyon kanalları da çok geçmeden Ada’nın nasıl değiştiğini, nasıl bir ‘ünlüler’ adası haline geldiğini yaz programlarında tüm ülkeye ‘iftihar’la sunacaklardır...
Tabii o zaman, sorular soran minibüs şoförlerine rastlanmayacaktır artık, kendi adasına sahip çıkmayı düşünen adalı yerlilere de.